Yükleniyor...

Yükleniyor...

İlkeli yayıncılık anlayışıyla İslami ilimler, tasavvuf, tarih, kültür, sanat, eğitim, aile ve gençlik alanlarında doğru ve güvenilir eserler sunuyoruz. Ehl-i sünnet çizgisine uygun, sade ve anlaşılır içeriklerle her yaştan okuyucuya hitap ediyoruz.

15. Hikmet: Molla, şeriat-ı Ahmediyye varlık ağacının meyvesidir. Şeriata tabi olmak da kulu iki cihanda saadete kavuşturur. Şeriat dairesinden çıkmaktan sakın ve sevâd-ı azamdan (Ehl-i sünnet yolundan) ayrı düşmemeye bak!

[Şarih, bir önceki bölümde bu hikmeti izah sadedinde şeriata tabi olmanın zor ve zahmetli olduğunu belirtmiş ve fakat bu zahmetin kulun menfaatine olduğuna dikkat çekmişti. Hikmetin şerhine devam ediyoruz.]

Biliniz ki şeriat, manevi bir merdiven gibidir. Bir saraya merdivensiz çıkılmadığı irfan ehlinin malumudur. Dünya sevgisi ve Cenab-ı Allah’tan gayrısına yani masivaya meyil ile Hakk’a varılmaz. Zira kalbi dünya ve içindekilere bağlı kimse bu haldeyken yol alamaz ve menzil-i maksuduna eremez. Kulun kalbinin masiva ile karmakarışık olması büyük bir kusur ve eksikliktir. Ayrıca bu çokluk bulanıklığında kaldığı müddetçe de ne safa meclisine ne kemalat meclisine ne de vahdet meclisine girebilir. Zira iki zıt bir arada bulunamayacağı gibi iki kız kardeş de aynı kişiye bir anda nikâhlanamaz. Bir gezegen için de iki güneşin varlığı muhaldir.

Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Hiçbir peygamber benim kadar eza ve cefa çekme-miştir.” (bkz. Hilyetü’l-Evliyâ, 6/333)

Hz. Peygamber (s.a.v) eza, mihnet ve belanın her türlüsüne karşı sabretmiştir. Tevazusu, Cenab-ı Hakk’ın huzurunda boyun eğişi ve O’ndan hakkıyla korkması sebebiyle hiçbir imtihan için şikâyetçi olmamış, “Tevazu gösterenin derecesini Allah yüceltir” fehvasınca makamı her daim yükselmiştir. Bu dünya hayatında tevazu, Hakk’a karşı zillet ve O’ndan hakkıyla korkmak itibar görmediği ve benimsenmediği için ahirette bu sıfatları taşıyanlara çok yüce makamlar verilecek, onlar nice mükâfatlara nail olacaklardır. Yine bu manaya işaretle şöyle buyrulmuştur: “Altının diğer madenlerden ayrışıp saf hale gelmesi için kuvvetli bir ateş ne ölçüde fayda veriyorsa, Hakk’a vasıl olmak yolunda manevi yakınlığı temin için de bela ve musibete düçar olup sabretmek o ölçüde fayda verir.”

Özetlemek icap ederse; Hak’tan ve hakikatten uzak dünya ehli zenginliğe, gam ve kedersiz rahat bir hayata rağbet eder. Ukba ehli, yani Allah adamları ise Hakk’ın kendileri için takdir ettiği her ne ise ona rağbet eder, “Hoştur bana senden gelen” mısrasını dillerinden düşürmezler. Bu iki hal birbirinin zıddıdır. Nitekim dünya ahiretin, fenâ da bekanın zıddı ve aksidir. İşte bunun gibi şu fâni dünya ehlinin talep ve rağbet ettiğiyle ebedî ahiret yurdu ehlinin talep ve rağbet ettikleri de birbirinin zıddı ve aksidir.

Öyle ya, Habib-i Kibriyâ (s.a.v) efendimizin en yakınları, âl-i abâ ve Ehl-i beyt-i Mustafa (s.a.v) hazretleri, bela çöllerinde nice sıkıntılar çekip incindiler de şehadet şerbeti içtiler. En sonunda da bu çektikleri zahmet vesilesiyle en yüce menzillere eriştiler. Halbuki o bela meydanında Ehl-i beyt’e galebe çaldığı düşüncesiyle sevince gark olan düşman, en zelil bir hale düştü de akıbeti hüsran oldu.

Fuzûlî merhumun şu manada beyti vardır:

“Ehl-i beyt-i Mustafa (s.a.v) Kerbela’da yüce bir makama nail oldular. Zalimler ise zillete düçar oldu. Az biraz düşünsen, şerefli Kerbela çölünün kumundan meydana gelen dalgaların, âdeta Hakk’ın katına çıkan merdiven olduğunu görürsün.”

Yine Fuzûlî’nin beytinin manasıdır:

“Belaya sabredelim, sıkıntıya şükredelim; zira bu tavır Hakk’ın rızasını murat edenler için vuslat yolunun kapısını açar. İnsanın başına gelen bela ve musibete rıza göstermesi icap eder. Ehl-i beyt başına gelen musibete sabrettiği ve bu vesileyle Hakk’a vasıl olduğu gibi onların sıfatı ile sıfatlananlar da Hak Teâlâ ile kurbiyeti temine ancak böyle yol bulur.”