Yükleniyor...

Yükleniyor...

İlkeli yayıncılık anlayışıyla İslami ilimler, tasavvuf, tarih, kültür, sanat, eğitim, aile ve gençlik alanlarında doğru ve güvenilir eserler sunuyoruz. Ehl-i sünnet çizgisine uygun, sade ve anlaşılır içeriklerle her yaştan okuyucuya hitap ediyoruz.

Fatiha Suresinin Tefsiri - Son Üç Ayet-i Kerime

Allah’ım, bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna hidayet et, ilet; gazaba uğrayanların ve sapkınların yoluna değil. (Fatiha, 5-7)

“Allah’ın senin vesilenle bir kimseyi hidayete erdirmesi kızıl develere sahip olmandan daha kıymetlidir”

(Buhârî, Cihad, 142)

Bir lütuf, bir sır: Hidayet

Doğru yol, doğru inanç manasına gelen “hidayet” kelimesi İslam’da en temel kavramlardan biridir. Allah Teâlâ’nın bir kimseyi hidayete erdirmesi ilahi bir lütuf ve aynı zamanda ilahi bir sırdır. Bunun örneği çiftçinin toprağa ektiği tohumdan mahsul elde etmesine benzer. Toprağa ekilen tohumdan mahsul elde edilinceye kadar geçen zaman diliminde çiftçiye düşen birçok sorumluluk bulunmaktadır. Bununla birlikte neticede mahsulün yaratılmasında çiftçinin hiçbir payı bulunmamaktadır. Aynı şekilde ürünün maddesi olan tohum ve onun olgunlaşmasını sağlayan güneş ve su Allah Teâlâ’ya aittir. Fakat güneşin ve suyun toprağa ulaşmasına engel olan şeyleri kaldırmak veya suyun akarından alınıp tohumun bulunduğu araziye taşınma gayreti çiftçiye havale edilmiştir. İşte bunun gibi hidayet de temelde Allah Teâlâ’nın bir lütfu olup bazı sebepleri kullara havale edilmiştir. Bunların yanı sıra yeryüzünde insan eli değmeden elde edilen birçok nimetin varlığını da göz ardı etmemek gerekir. Yani Allah Teâlâ’nın kuluna hidayet etmesinde hiçbir sebep de olmayabilir. Aynı şekilde bilinen bütün sebepler ortaya konduğu halde tohumdan mahsul elde edememek söz konusu olduğu gibi hidayetin de bilinen sebepleri ortaya konulduğu halde hidayet meydana gelmeyebilir. İşte “Hidayet Allah Teâlâ’nın bir sırrıdır” denilen nokta burasıdır. Zira hakikati tamamı ile bilen mutlak alim yalnız Yüce Allah’tır. Ayrıca “Allah’ın rahmeti ve hikmeti her şeyi kuşatmıştır. O zerre miskali kullarına haksızlık etmemektedir” (A‘râf, 156; Tegâbün, 18; Nisâ, 40) mealindeki ayetlerden, ilahi rahmetten ve hidayetten yoksun kalmanın temel sebebinin kulların kendi iradeleriyle ilgili olduğunu anlıyoruz. Nitekim A‘râf suresinde Cenab-ı Hak mealen şöyle buyurmuştur: “O, bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da sapıklık müstehak oldu. Çünkü onlar Allah’ı bırakıp şeytanları kendilerine dost edindiler. Böyle iken kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar.” (A‘râf, 30) Ayet-i kerimede hidayete ermeyenlerin buna müstahak oldukları açıkça ifade edilmektedir.

“Şüphesiz sen sevdiğin kişiyi, istediğini hidayete erdiremezsin! Ancak Allah dilediği kişiyi hidayete erdirir.” (Kasas, 56)

Allah Teâlâ dilemezse

Peygamberimizin amcası Ebû Tâlib öksüz ve yetim olan yeğenini himaye etmişti. Onu çocuklarından ayırmaz hatta daha önde tutardı. Efendimiz (s.a.v) de amcasının hatırını her zaman sayardı. Nihayet Ebû Tâlib nübüvvetin onuncu yılında ölüm döşeğindeydi. Resulullah (s.a.v) onun imanlı ölmesini, kurtuluşunu çok istiyordu. Kendisine “Amcacığım, ‘Lâ ilâhe illallah’ de ki kıyamet günü sana sahip çıkabileyim” telkinini yapıyordu. Bunun üzerine yüce Allah, şöyle buyurdu: “Şüphesiz sen sevdiğin kişiyi/istediğini hidayete erdiremezsin! Ancak Allah dilediği kişiyi hidayete erdirir.” (Kasas, 56) Bu hadiseden de anlaşıldığı üzere bizzat Resulullah Efendimiz’in (s.a.v) dahi hidayet konusunda doğrudan bir dahli söz konusu değildi.

İlk zamanlar İslam’a engel olmaya çalışanların hidayeti

Ebû Tâlib’in durumuna karşılık uzun yıllar Hz. Peygamber’in (s.a.v) davetine engel olmaya çalışan pek çok şahsiyetin de Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında ya da daha sonra hidayetle şereflendiğine şahit oluyoruz. Hatta bu kişilerden bazıları hidayete ermekle birlikte İslam davası uğrunda büyük fedakârlıklar ortaya koymuşlardır. Hâlid b. Velîd (r.a) bunlardandır.

Mekke’de birçok mucizeye şahit olan Kureyşli müşrikler Resulullah’ın (s.a.v) mucizelerine karşı çaresiz kalınca, hakikatten kaçmanın yolunu ona sihirbazlık isnat etmekte bulmuşlardır. Fakat Medine’ye hicret edildiği sırada yahudi bilginlerinden olan Abdullah b. Selâm, Hz. Peygamber’in (s.a.v) yalnız mübarek simasını görmekle ona iman etmiş ve hidayetle şereflenmiştir.

İnsanlarla iyi geçimi ve cömertliği ile meşhur olan Hakîm b. Hizâm (r.a) bir defasında Hz. Peygamber’e (s.a.v) şöyle bir soru sormuştu: “Ya Resulallah! İslam’dan önce yaptığımız iyiliklerden bir kazancımız olacak mıdır?”

Hz. Peygamber (s.a.v) kendisine şöyle cevap verdi: “Allah’ın sana hidayet bahşetmesinin ne ile olduğunu zannediyorsun?” (Buhârî, Edeb, 16)

Bu hadiseden hareketle hidayetin sebebini yalnız hayırsever ve iyi geçimli olmaya bağlamak doğru olmaz. Zira cömertliği ile Hakîm b. Hizâm’dan daha fazla şöhret bulduğu halde hidayete ermeyen kişiler bulunmaktadır. Cömertliği ile dünya çapında nam salmış Hâtem-i Tâî’nin cehennemlik olduğunu Hz. Peygamber bizzat kendisi belirtmiştir. Neticede hidayetin bilinen bazı sebepleri olsa da aslı itibarıyla o hem Allah Teâlâ’nın bir lütfu hem de onun bir sırrıdır.

Bilinen bütün sebepler ortaya konduğu halde tohumdan mahsul elde edememek söz konusu olduğu gibi hidayetin de bilinen sebepleri ortaya konulduğu halde hidayet meydana gelmeyebilir.

Hidayete vesile

Hz. Peygamber’in (s.a.v) kimi zaman okuduğu ayetlerle kimi zaman mucizelerle kimi zaman duasıyla kimi zaman üstün ahlakıyla pek çok kişinin hidayetine vesile olduğu bir gerçektir. Bununla birlikte birçok unsurun birleşmesi ile dahi muhatabın hidayete ermediği örnekler de bulunmaktadır. Bütün bunlar hidayetin yalnız Cenab-ı Allah’ın iradesinde olduğunu göstermektedir. Başta peygamberler olmak üzere insanların hidayeti uğrunda gayret edenler yalnızca Allah Teâlâ’nın emrini yerine getirmekte ve sevap bakımından üstün dereceler elde etmelerini sağlayan bir ibadeti eda etmektedirler. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v) bir hadisinde “Allah’ın senin vesilenle bir kimseyi hidayete erdirmesi kızıl develere sahip olmandan daha kıymetlidir” (Buhârî, Cihad, 142) diyerek hem vesilenin varlığına hem de bu hizmetin Cenab-ı Allah katındaki değerine dikkat çekmiş olmaktadır.

Kur’an’da hidayetin evreleri

Kur’an’da yaklaşık üç yüz defa farklı kalıplarda kullanılan hidayet kavramı -doğru yola eriştirmek manasında- yalnız Allah Teâlâ’ya mahsus olarak geçmektedir. Ancak Kur’an’da hidayet, Kur’an’ın kendisine, peygamberlere ve toplumun rehberlerine de isnat edilmektedir. Kılavuzluk etmek bakımından düşünülürse sırasıyla Kur’an, peygamber ve rehber alimler de hidayetin başlıca vesileleri arasında yer alır. İslam alimleri Kur’an’da zikredilen (Allah’a iman etmek ve Allah yolunda bulunmak manasındaki) hidayetin akıl sahibi olup hidayete elverişli yaratılmak, peygamber ve davetin ulaşması, iman edip sebat etmek ve ebedî saadete erip cennete vasıl olmak şeklinde dört evresi olduğunu tespit etmişlerdir. Birincisi Firavun’un Hz. Musa’ya (a.s) ve Hz. Harun’a (a.s) “Rabbiniz kimdir ki Ey Musa?” (Tâhâ, 49) sorusuna verilen cevapta geçen hidayettir. Hz. Musa (a.s) bu soruya şöyle cevap vermişti: “Rabbimiz her şeye hilkatini (yaratılış özelliklerini) veren, sonra onlara yol gösterendir.” (Tâhâ, 50)

Müfessirlere göre burada Allah Teâlâ’nın insanları akıl ve idrak sahibi kılması ve Allah Teâlâ’ya kulluk yapmaya elverişli bir şekilde yaratması kastedilmektedir. İkinci evre, Allah Teâlâ’ya inanmak ve ona itaat etmek üzere davet eden kitapların ve peygamberlerin gelmiş olmasıdır. Nitekim “Onları (peygamberleri) bizim emrimizle doğru yolu gösteren rehberler yaptık...” (Enbiyâ, 73) mealindeki ayet-i kerime bu manaya işaret etmektedir. Üçüncü evre, inananların Allah için ortaya koydukları kulluk ve sadakate göre Yüce Allah’ın onları bu yolda sebat ettirmesi ve başarıya muvaffak kılmasıdır. Nitekim “...Kim Allah’a inanırsa Allah onun kalbini doğruya iletir...” (Tegâbün, 11) “İman edip salih amel işleyenlere gelince Rableri onları imanları sebebi ile hidayete erdirir...” (Yûnus, 9) mealindeki ayetlerde geçen hidayet kavramları inananlara lütfedilen iman doğrultusunda yaşamayı ve bu hal üzere ölmeyi ifade etmektedir. Hidayetin son evresi ise Yûnus suresinin 9, 10 ve A‘râf suresinin 43. ayetlerinde ifade edilen müminlerin cennete kavuşmaları ve Yüce Allah’ın yardım ve lütfu ile bu nimeti elde ettiklerini itiraf ederek Rablerine hamd etmeleridir.

Kimlerle beraber olmalı?

Fatiha suresinin son bölümünde hidayet üzere kalabilmek için sözlü duanın yanı sıra fiilî dua manasına gelen iki unsura da dikkat çekilmiştir. Bunlar, Allah yolunda sebat eden salih kimselerle birlikte olup Allah Teâlâ’dan uzak olanlardan da kaçınmaktır. Zira insan sosyal bir varlık olmakla ya çevresinin etkisinde kalır veya onları kendi etkisi altına alır. Hz. Peygamber’in (s.a.v) Allah Teâlâ tarafından her türlü günah ve çirkinlikten hatta günah duygusundan masum kılındığı halde bu konuda gösterdiği titizliğin üzerinde çokca düşünülmelidir. Ümmetine örnek olsun diye Hz. Peygamber’in (s.a.v) ortaya koyduğu şu davranış çarpıcı bir örnektir. Efendimiz (s.a.v) Hicr denilen yerden geçerken ashabına “Zalimlerin yurdundan geçerken onların başına gelenler sizin de başınıza gelmesin diye ağlayarak geçin” dedi ve bineği üstünde ridasını ters çevirip hızlıca oradan geçti. (Buhârî, Enbiyâ, 19) Ayrıca iman ehli olsa da gaflet üzere olan kişinin çevresinde olumsuz etkiye sebep olduğuna dair şu örnek de çok kıymetlidir. Hz. Peygamber (s.a.v) sabah namazında Rûm suresini okumuş ancak bazı ayetlerin sırasını karıştırmıştı. Namazın akabinde insanlara dönerek şöyle bir uyarıda bulunmuştu: “Bazılarına ne oluyor ki abdestlerine dikkat etmeyip arkamızda yer alarak bizim de karıştırmamıza sebep oluyorlar.” (Mirkatü’l-Mefâtîh, 1/ 353) Bu örnekler, içinde bulunduğu ortamın insanın mana âlemi üzerindeki etkisinin ne denli önemli olduğunu göstermektedir.

Son olarak Nisa suresi 69. ayette peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerin Allah’ın nimet verdiği kimseler oldukları bildirilir. Bu durumda kimlerden uzak kalıp kimlerin yolunda olmamız gerektiği de Fatiha suresinde beyan edilmiş olmaktadır. Allah Teâlâ bizleri nimet verdikleri olan peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerin yolundan ayırmasın. Küfür, şirk, nifak ve gaflet ehlinden muhafaza eylesin. Amin.