Kıssadan Hisse
Allah Teâlâ’yı Bilmek
Hele gönül gözü yok mu? O bu göze nisbetle yetmiş kat azizdir, yetmiş derece daha kuvvetlidir.
Hz. Mevlânâ kuddise sırruhu
Bir karınca, yanındaki selvi boylu kalemin kâğıt üstüne bir şeyler yaptığını gördü. Başka bir karıncaya “Kalem, kâğıda fesleğen, susam çiçeği ve gül gibi acayip nakışlar yaparak onu bir bahçeye çevirdi” diyerek kalemi övdü. Diğer karınca, “Bu sanat parmakların işi, kalemi gereksiz övme” dedi. Üçüncü bir karınca dedi ki: “Bu sanat, ne kalemin ne de parmağın eseri, bu sanatı asıl yapan koldur, bu zayıf parmaklar onun kuvvetiyle kalemi tutuyor ve yazıyor.” Bu görüşler, bu konuşmalar böylece uzayıp gitti, ta ki karıncaların beyine kadar ulaştı. Karınca beyi keskin görüşlü ve zekiydi. “Bu işi suretten, bedenden bilmeyin. Zira beden elbiseye ve asaya benzer. Canı ve aklı yoktur. Bunlar olmadan hareket edemez. Akıl ve ruhtan başka bir şeyle, bu güzel nakışlar yapılamaz” dedi. O da akıl ve ruhun ardındaki kuvveti yani o aklı ve ruhu vereni bilemedi.
Hikâyedeki işaretler
Mesnevî’de geçen bu temsilî hikâyedeki karıncalar, her şeyi sebeplerden bilen cahil, maddeci, akılcı veya tabiatçı insanları temsil etmekte ve bunların farklı derecedeki ilim ve idrak seviyelerine işaret etmektedir. Karıncaların beyi ise diğerlerine göre daha zeki ve bilgili olsa da Allah Teâlâ’nın iradesi, kudreti, yaratması, ihsanı ve izni olmadan hiçbir şeyin olmayacağını düşünmeyen, kendini zeki sanan ancak aslında işlerin hakikatinden habersiz insanları temsil etmektedir. Buradaki kalem, parmaklar, kol, beden, akıl ve hayatın hepsi de Allah Teâlâ’nın yarattığı sebeplerdir.
Hisse
Mevlânâ Celaleddin Rûmî (k.s), herkesin ibret ve ders alacağı temsilî bir hikâye nakleder. Karıncaların dilinden, her şeyi sebeplerden bilen, sadece gördüklerine inanan insanların durumunu ortaya koyar.
Hz. Mevlânâ (k.s), her şeyin sadece gördüklerimizden ve sebeplerden ibaret olmadığını, asıl bütün bunları yapan ve yaratanın Yüce Mevlamız olduğunu, O yardım etmeden ve izin vermeden hiçbir şeyin olamayacağını bize bu güzel misal ile öğretir.
Bu hikâyeyi Huccetü’l-İslâm İmam Gazâlî (k.s) hazretleri de Kimya-yı Saadet isimli eserinde nakletmiştir. Nakışları ve şekilleri çizenin kalem olduğunu söyleyen karınca gibi tabiatçılar da gördükleri her şeyi tabiattan bilirler. Hazret, görüşlerinin darlığını, eşyanın hallerinden habersiz olup ilk merhalede takılıp kalmalarını, bunların hizmetçi ve sebep olduklarını göremeyip bunlara efendilik atfetmelerini eleştirir.
Nakışları parmaklardan bilen karınca ise tabiatçılara göre görüşleri biraz daha iyi olup tabiatın yıldızların hükmünde olduğunu iddia eden müneccimler (yıldız ilmiyle uğraşan kimseler) gibidir. Hazret, onların işlerin havale edildikleri asıl merci olarak görülmelerinin çok vahim bir hata olduğunu söyler. Aslında yıldızların ve gezegenlerin meleklerin emri altında olduğunu, meleklerin de Yüce Rabbimizin emri altında bulunduklarını belirtir. Ayrıca onlardaki özellikleri yaratanın ve onları hareket ettirenin yalnız Allah Teâlâ olduğunu ifade eder. Asrımızda da bu konuya meyil artmış ve gaflet dört bir yanı kaplamıştır. Hak ile batılı birbirine karıştıran insanlar çoğalmıştır. Bunların içinde her kesimden insanların olması ibretliktir.
Hikâyede karıncanın misal verilmesi manidardır. Çünkü karınca hacim ve cisim bakımından küçüktür. Dar görüşlü kimseler de küçük zekâları ile güneş gibi büyük olan hakikate karşı çıkarlar, yanlış yorumlarlar veya güneş misali apaçık olan hakikati göremezler.
Hikâye gösterir ki en zeki ve keskin görüşlü olduğu kabul edilenler bile bazen doğruyu görmez ve isabet etmezler. Çünkü Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği selim bir akıl ve kalp olmadan bir şeyin hakikatini görüp idrak etmek mümkün olmaz. Kuşkusuz insanların ilim, akıl ve idrakleri birbirinden farklıdır. Nitekim Allah Teâlâ ayet-i kerimesinde bu hakikati mealen şöyle beyan buyurmuştur: “Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.” (Yûsuf, 76)
Selim bir akla ve kalbe sahip olmak için, en güzel örneğimiz olan Allah Resûlüne (s.a.v) iman, sünnet-i seniyyesine tam ittiba etmemiz gerekir. Zira bunlar, Yüce Rabbimizin bütün kullarına Kur’an-ı Kerim’deki açık emirleridir.
Mevlânâ hazretleri bir beytinde hakikati apaçık gören gönül gözünden bahseder ve şöyle der:
“Hele gönül gözü yok mu? O bu göze nisbetle yetmiş kat azizdir, yetmiş derece daha kuvvetlidir. Hissî göz, onun harmanından döküntü toplayan fukaraya benzer.”
Gönül (kalp) gözünün baş gözüne göre en az yetmiş derece daha keskin, kıymetli ve faziletli olduğu belirtilir. İşte bu göze sahip olanlar işlerin ardındaki manayı ve kudreti anlayabilirler. Sebeplerden, o sebep ve nimeti var edene ulaşırlar, her daim Hakk’ı bilir ve O’na itaat ederler. Böylesi gönül gözüne sahip olmak için gönlü hakikat denizine ulaşan Resul-i Ekrem (s.a.v) efendimizin ve onun miras olarak bıraktığı zahirî ve bâtıni ilme sahip olan rabbani alimlerin izinden gitmek elzemdir. Bu da yetmez! Her şeyi maddede arayan, “sadece gördüğüme inanırım” diyen, sebeplere takılıp kalmış inkârcı kimselerden de aslandan kaçar gibi kaçmak lazımdır.