Ayın Konusu
Allah İçin Kızmak
İmâm-ı Rabbânî hazretleri Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme tam anlamıyla tabi olabilmek için onu kusursuz bir şekilde sevmek gerektiğini bildirir. Böyle bir sevginin alameti de onun düşmanlarını düşman bilmektir, şeriatını beğenmeyenleri sevmemektir. Kayıtsız kalmak muhabbete sığmaz. İki zıt bir kalpte bulunamaz. Kâfirlere, münafıklara, İslam düşmanlarına Allah Teâlâ için buğzetmemiz şarttır.
İnsan çeşitli duygulara sahip bir varlıktır. Allah Teâlâ bunu bize teçhizat olarak vermiştir. Kulluk vazifelerimizi ifa ederken aklımızla, hislerimizle, duygularımızla ilahi vahye tabi olmamız gerekir. Bunları kendi haline bırakırsak nefsani tepkiler ortaya çıkar. Fakat nefret, muhabbet, öfke ve şefkat gibi duygularımızı Cenab-ı Allah’ın rızası doğrultusunda yönlendirirsek her biri ibadete dönüşür.
Gerektiği yerde Allah Teâlâ için buğzetmek yani öfke duymak da ibadet hüviyetindedir. Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyrulur: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir topluluğun, Allah’a ve peygamberine düşmanlık eden kimselere -babaları, oğulları, kardeşleri yahut diğer akrabaları da olsa- sevgiyle bağlandıklarını göremezsin. İşte Allah bu müminlerin kalplerine imanı nakşetmiş ve onları katından ilahi bir yardım ile desteklemiştir.” (Mücâdele, 22) Bu ayet-i kerimede zikredilenler ashab-ı kiramın hayatlarında açıkça müşahede edilmektedir. Bedir Savaşı’nda en yakınlarıyla tereddüt etmeden birebir çarpışan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali ve Hz. Ubeyde (r.anhüm) gibi seçkin sahabiler bu ayette zikredilen müminlere en güzel örneklerdendir.
İmam Gazâlî’nin (rah.) belirttiğine göre Allah Teâlâ Hz. Musa’ya (a.s):
— Benim için bir amel işledin mi, diye sordu. Hz. Musa (a.s):
— Ya Rab! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka ve zekât verdim, dedi. Bu cevap üzerine Cenab-ı Hak:
— Yapmış olduğun bütün bu ibadetler senin içindir (faydası sanadır). Kıldığın namaz senin için burhandır (mümin olduğuna delildir). Tuttuğun oruç cehennem ateşine kalkan ve siperdir. Vermiş olduğun sadaka ahirette gölge, zekât da nurdur. Benim için hangi ameli işledin, diye sordu. Hz. Musa (a.s):
— Allah’ım! O halde senin rızan için olacak bir amele beni yönlendir, dedi. Allah Teâlâ:
— Ey Musa! Sadece benim için dostluk kurup sadece benim için düşmanlık ettin mi, diye buyurdu. Bunun üzerine Hz. Musa (a.s), amellerin en faziletlisinin Allah için sevip Allah için buğzetmek olduğunu anladı.
Kâfirlerin hakkı
Allah Teâlâ mealen “Ey peygamber! İnkârcılara ve münafıklara karşı cihad et, onlara sert davran; onların varacağı yer cehennemdir ve bu ne kötü bir sondur!” (Tevbe, 73) buyurmuştur. Yüce Allah, çok merhametli olan peygamberine kâfirlerle cihad etmeyi, onlara karşı sert davranmayı emretmiştir. Bundan anlaşılıyor ki cihad zamanı kâfirlere sert davranmak da bir yüce ahlaktır. İslam’ın izzeti adına küfrü ve kâfirleri yani İslam düşmanlarını kötülemek, onları zelil etmek lazımdır. Kalbe onların sevgisini yerleştirecek her şeyden uzak durmalıdır. Onları üstün, değerli gören her yaklaşımdan kaçınmak gerekir. İmâm-ı Rabbânî (k.s) hazretlerinin ifadeleriyle bir kimsenin hakiki müslüman olduğunun alameti İslam düşmanlarını düşman bilmesi ve sözlerini dinlememesidir. (163. Mektup) Nitekim Kur’an-ı Kerim’de kâfirler necis (pis) olarak nitelendirilmektedir (bkz. Tevbe, 28 ve 95) ve pek çok ayette onlarla dostluk etmek yasaklanmıştır. (bkz. Nisâ, 144, Mâide, 51) Bunun için müslümanların kâfirleri imansız olmaları açısından necis ve kötü bilmeleri lazımdır. Böyle bilince onlarla arkadaşlık yapmazlar, onları sevmezler, onlardan sakınırlar.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri Hz. Peygamber’e (s.a.v) tam anlamıyla tabi olabilmek için onu kusursuz bir şekilde sevmek gerektiğini bildirir. Böyle bir sevginin alameti de onun düşmanlarını düşman bilmektir, şeriatını beğenmeyenleri sevmemektir. Kayıtsız kalmak muhabbete sığmaz. İki zıt bir kalpte bulunamaz. Kâfirlere, münafıklara, İslam düşmanlarına Allah Teâlâ için buğzetmemiz şarttır.
Neye buğzetmeli?
İman sahibi olduğu halde yanlış yapanlar ve istikametten sapanlara karşı da Allah rızası için duygularımızı yönlendirmemiz gerekir. Yapılan yanlışlara karşı öfke duymalı ve hadis-i şerifte tarif edildiği şekilde elle düzeltmeli, dille ifade etmeli; gücümüz yetmiyorsa en azından kalbimizden buğzetmeliyiz. (bkz. Müslim, Îmân, 78) Yanlış yapan birini akrabamız, eşimiz, dostumuz diye hoş göremeyiz.
Emir bi’l-maruf ve nehiy ani’l-münker yani iyiliği emretmek ve şeriata muhalif davranmaktan, kötülükten sakındırmak yüce dinimizin gereklerindendir. Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek de öyledir. Ama müminlerin yanlışlarına öfkelendiğimiz zaman bunu nefsanileştirip kin ve düşmanlıkla hareket etmek yerine onların ıslahı için gayret etmeliyiz. Bu vazifelerden iyiliği emretmek ve Allah için sevmek daha kolay olandır. Fakat kötülükten sakındırmak ve Allah için kızmak hayli zordur. Çünkü bunu yaptığımızda muhataplarımızdan tepki gelmesi ihtimali çok yüksektir. O yüzden nehiy ani’l-münkere pek az kişi cesaret eder; Allah Teâlâ için buğzetmekten çokları kaçar. İnsanların tepkilerini göze alıp bu işi üstlenenler imanı kâmil olan insanlardır.
Seyyid Abdülhakim Arvasî hazretlerinin şu sözü mürşid-i kamillerin bu konudaki net tavrını gösterir: “Hiç bir amelime güvenmiyorum lakin Allah Teâlâ'nın düşmanlarına düşmanlığım var.”
Tasavvufta buğuz
Allah için buğz etmek kafirlere ve fasıklara karşı çok ehemmiyetli olduğu gibi münkirlere karşı da söz konusudur. Bir sofi eğer mürşidini sevme iddiasında ise onu sevdiği nereden anlaşılır? Mürşidine itaat etmesi bir ölçüdür. Bununla birlikte mürşidini sevmeyenlerden uzak durması da onun sevgisinin ölçülerindendir. Çünkü iddiası zıddı ile ölçülür. Hem mürşidini sevdiğini iddia edip hem de münkirlerle dostluk yapmak mümkün değildir. Yapılması gereken bu kimseleri ikaz etmek, onlarla ülfeti devam ettirmemektir. Bu manada sadat-ı kiram buyurmuş ki “Bir münkirin sofiye vereceği zarar bir papazın vereceği zarardan daha fazladır.” Sofi, papazın gayrimüslim olduğunu bildiğinden dikkatli olur. Fikrini ve kalbini ondan korur. Ancak münkirin müslüman olduğunu bildiğinden ona karşı gönlü, fikri açıktır. Onun tasavvuf ve mürşidi hakkındaki yanlış iddialarını dinleme ve dikkate alma durumuna düşebilir. Bu durumda muhabbetini kaybedebilir. Muhabbeti biten kişi ise yolda kalır.
Sadat-ı kiramın en önem verdiği hasletlerden birisi, adaba riayet etmekle beraber müridliğin özü olan sadakattir. Bugün önümüzde rehber edindiğimiz büyüğümüz Sultan hazretlerinin medhiyesinde de “kesîri’l-mehabbeti li’s-sâdıkîn” yazmaktadır. Yani onun bir vasfı da sadıklara karşı çok muhabbetli olmasıdır. Mürşidinin muhabbetini celbetmek isteyen sadık olmak durumundadır. Sadık olmak ise ancak mürşidinin münkirlerinden uzaklaşmakla mümkündür. Böyle yaparsak biatımızın hukukunu yerine getirmiş oluruz, aksi takdirde sadakatimizi zedeleyebiliriz.
Söylediklerimize şu şekilde itiraz edilmesi doğru değildir: “Büyükler ‘Biz, bizi sevmeyeni de severiz’ buyurmuş. Öyleyse neden münkirlerden uzaklaşıyoruz?” Bu sözü iyi anlamak lazımdır. “Bizi sevmeyeni severiz” derken nefsani olarak sevmeyenler kastediliyor. Yani büyüklerin kendi zatlarını sevmeyenler… Onların yoluna, adabına, hakkaniyetlerine dinî yönden muhalefet edenleri sevmeleri düşünülemez. Çünkü Allah dostları, nefislerine yapılan eziyetlere sabrederler. Mevzubahis kendi nefisleri olduğunda halim olurlar. Ama şeriatın ve tasavvufun hukuku mevzubahis olduğunda aslan gibidirler. Onların muhafazası için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Böyle yapan sadık ve mert sofilerini de çok severler. Sadat-ı kiramın, müridlerinde aradığı birinci vasıf işte bu sadakattir. Bu yüzden sadıklar defterinden düşmemek için uyanık ve şuurlu olmak gerekir.
Allah için gazap şecaattir
Allah Teâlâ için buğzeden, kızan ve düşmanlık eden müminin öfkesi kontrol altındadır. Onun gazabı şecaat mertebesindedir. Bu da güzel ahlakın esaslarından biridir. Gazabı şecaat mertebesine getirmek de nefis terbiyesiyle, kalp tasfiyesiyle yani mürşid terbiyesiyle olur. Onun için seyr-i süluk etmek, zikir mertebelerini tamamlamak lazımdır ki bu hale gelebilelim. Bilgiye dayalı olarak, kuru sözle “Böyle olmamız lazım” demekle bu faziletli haslet elde edilmez. Nefsi terbiye edip şecaat mertebesine gelirsek Hz. Ömer’in (r.a) izinden gitmiş oluruz. Öfkemiz de kızmamız da ibadet olur, ondan sevap kazanırız. Eğer gazabımız Allah için olmayıp şecaat mertebesine gelmezse ya aşırı gidip zulmederiz ya da tam aksine gerekli tepkiyi göstermeyerek cübn haline bürünürüz. Cübn korkaklık olup kötü hasletlerdendir. Bu her iki hal de zararlıdır. Zulmedersek kul hakkına gireriz, korkaklık edersek dinimizi ve değerlerimizi korumaktan aciz kalırız.
Öfke kontrolü, nefret ve düşmanlığın doğru yönlendirilmesi ancak insanın nefsini tezkiye ve terbiyesinden sonra elde edebildiği bir haslettir. Daimî olup meleke halini alması bu şartladır. Tasavvufun; hak bir mürşidin verdiği reçetenin ve zikir meratibini tamamlamanın önemi burada tekrar ortaya çıkmaktadır. Duygularımızın ve hislerimizin kontrolü de seyr-i sülukü tamamlamaya bağlıdır. Allah Teâlâ’nın izniyle bu manevi programı bitirenler yani kâmil bir mürşidin terbiyesinden geçenler ekseriyetle buna muvaffak olurlar. Cenab-ı Hak cümlemizi rızası için buğzedip ona göre davranan şecaat sahibi kullarından eylesin.